İlk Kaçış :
Kaçmak lazım, arada bir kaçamak yapmak
şart... Yani demem o ki; içinde bulunduğumuz karmaşık büyükşehir
yaşantısından uzaklaşmak gerekiyor. O kadar yoruluyoruz ki karmaşanın içinde;
kaçmaya, uzaklaşmaya ve başka bir yerde uyanıp farklı bir hava solumaya dahi
üşeniyoruz.
Biz kaçmayı başardık.
Çok uğraştık, karar verdik, vaz geçtik, derken tüm şartlarımızı zorlayıp bir
Cuma akşamüstü saat 16.30 civarında, sadece üstümüze yedek bir şeyler
koyduğumuz sırt çantalarımızla arabamıza bindik ve hiçbir plan yapmadan yola
koyulduk. Araba yolculuğu bizi uçak rezervasyonu, bilet bulma gibi ayrıntılarla
uğraşmaktan kurtardı. Köprüye doğru mu, Edirne’ye doğru mu gitsek derken Cuma
akşamı köprü trafiğinden korkup Edirne istikametine yöneldik. Yol akıp giderken
Türk sınırından geçince seksen kilometre uzaklıktaki Alexandrapolis geldi
aklımıza, ama sınırı geçerken plaka ile ilgili işlemler gerektiği için
Çanakkale tarafı daha cazip göründü. Bunları düşünürken Tekirdağ tabelasını
görüp köfte yemeden geçilmez buradan dedik ve Ali Baba’nın yerine uğradık,
meşhur olmanın hakkını veren köftelerimizi yer yemez de yola devam ettik.
Seçeneklerimiz arasında Bozcaada ve Assos vardı. Bozcaada’ya en son 19.30’da
feribot olduğunu öğrenince otomatik olarak bu seçeneği daha sonraki bir kaçış
planına bırakıp, Eceabat’tan saat başı kalkan feribotların avantajını
kullanmayı düşünerek Assos’ta karar kıldık. Yolda Ezine’ye uğrayıp peynir aldık,
hatta ilk defa gördüğümüz ve duyduğumuz acı biber reçelinden tadıp dostlarımıza
da tattırmak üzere bir küçük kavanoz da acı biber reçeli aldık. Yollar çok
rahattı ve bir çırpıda hedefimize ulaştık. Behramkale’ye geldiğimizde balıkçı
barınağının çevresindeki otellerden Behram Otel’de ya da biraz daha yol alıp
geçen sene yeni açılan İda Costa Otel’de kalma fikri vardı aklımızda. Behram
Otel’de bizi güleryüzlü evsahipliği ile resepsiyon görevlisi Ahmet karşıladı.
Hatta Mitolojideki Tanrıların isimlerini verdikleri odalardan denize bakan Eros
isimli odayı gezdirdi bize, ama aklımızda İda Costa’yı da görmek olduğu için
samimiyetle yerini sorduk yeni açılan bu otelin. Ahmet geceyi kendi yerlerinde geçirmemiz
hususunda ısrar etti. Ama diğer yandan da yörenin en güzel oteli olduğu
bilgisini verdi diğer otelin. Bu kadar
yol gelmişken üşenmedik on kilometre daha gidip, gecenin o saatinde sadece
bekçi Muharrem Ağabey ve otelin şefi Ramazan Bey’in bizi karşıladığı otelimize vardık. Oda kapılarının anahtarına resepsiyon
görevlisi Tahsin’le yapılan telefon görüşmesi sonucunda sahip olabildiğimiz
maceramızı otelin şöminesi önünde Ramazan Bey’in bademli keşkül ikramı ile
tamamladık. Yediğimiz bu güzel tatlı ertesi gün kahvaltının nasıl olacağı
hakkında iyi bir ipucu olmuştu aslında.Sabah uyandığımızda harika bir deniz manzarası bizi bekliyordu. Önce, kahvaltıyı hak edebilmek için, otelin hemen önündeki sahil boyunda güzel bir yürüyüş yaptık. Yürürken çocukluğumuzda denizde sektirebilmek için arayıp zor bulduğumuz yassı taşlardan o kadar çok gördük ki kendimizi eğrile doğrula taş toplamaktan alamadık. Kahvaltı salonuna geldiğimizde muazzam donatılmış bir sofra bizi bekliyordu. Yöreye ait ve tamamen organik lezzetler; sahanda sucuk, yumurta, peynirler, ev yapımı kabak reçeli ve her şey çok güzeldi; ama en çarpıcı lezzet, yörenin ‘su fasulyesi’ denilen filiz şeklindeki otlarının tane hardallar, zeytinyağı ve çok az sirkeyle harmanlanmış haliydi.
Gezilecek yerler
hakkında gerekli tavsiyeleri alıp otelden ayrıldık. Önce Küçükkuyu’dan geçerek
gerçek adı Çetmi olan, bugünkü adıyla Yeşilyurt’a gittik. Bir hediyelik eşya
dükkanında sabah deniz kıyısından topladığımız taşlar kullanılarak sanatçı
Osman Coşar tarafından yapılmış çok hoş objeler gördük ve hiç düşünmeden
‘olabilecek en güzel hatıralar’ diyerek birkaç tane satın aldık. Hemen bu
dükkanın çaprazında ‘Siz hiç Çetmi tatlısı yediniz mi?’ yazılı tabelası olan
küçük bir lokanta vardı, içeri girdik
ve oradan çıktığımızda sorunun cevabını
artık ‘evet’ olarak verebiliyorduk.
Bir sonraki durağımız
Adatepe’deki ‘Zeus Altarı’ idi. İlyada Destanı’nda Troya Savaşının Tanrılar
tarafından buradan yönetildiği varsayılan bu tarihi sunak yöre halkının aynı
yerde bir Yatır olduğunu varsayması ile kutsal özeliğini bugün de korumakta.
Zeus Altarı’na yaklaşık üç dört kilometrelik bir yokuş tırmanılarak gidiliyor.
Tırmandık mı tırmandık, ama yukarı vardığımızda karşımza çıkan Edremit Körfezi
manzarası harika idi. Fakat ne yazık ki; yol boyunca ve vardığımızda çevredeki
çöpler, Altar’ın içinde dahi gördüğümüz pet şişeler içimizi sızlattı. Büyük
tarihi değeri olan böyle bir yer daha
iyi bakılmalıydı ve korunmalıydı da; buralara bunca gelen turistik turlar,
rehberler ve turizm sektörünün
içindeki tüm diğer ticari kaygı taşıyan
kişiler bununla ilgili hiç bir şey yapıyorlar mıydı acaba diye düşünmeden
edemedik . Neyse ki, Adatepe’ye
yukarıdan baktığımızda mimari özelliğini koruyarak sadece taş evlerden oluşan
yapılaşmasını sürdürmeyi başarmış olduğunu gördük de biraz
olsun rahatladık.
Adatepe sonrasında
doğru İzmir’in yolunu tuttuk. Önce Eski Foça’yı güzelce gezdik, bugüne kadar
buralara gelmediğimize de çok üzüldük. Ne şirin ne güzel bir yermiş meğer
Foça. Hele insanları… Ege insanının
sıcacık saran hali onca yolu gelmeye değer gerçekten.
En sonunda yörenin
meşhur balıkçısı Fokai’ de harika bir
balık ziyafeti çektik kendimize. Balıklar harikaydı, ama esas buradaki hikayemiz daha da
harikaydı. Arabamızı Emniyet Müdürlüğü’nün arkasına çekmiştik. İndiğimizde
birden arabanın uzaktan kumandası çalışmadı. Ve tesadüfen oradan geçen orta
yaşlarda bir bey; ‘hep oluyor,
sinyalizasyonu bozuyorlar burada güvenlik için’ dedi. ‘Şuradaki balıkçıya
sorun, onlar servis çağırırlar,
hallolur’ diye de ekledi. Bir anlam verememekle birlikte gittik ve sorduk.
Aldığımız cevap daha da ilginçti; ‘bizim de tentenin uzaktan kumandası
çalışmıyor, birazdan düzelebilir’ dedi şef garson. Bundan sonraki yaklaşık bir
buçuk saat içinde restaurantın sahibinin oğlu Egemen nerdeyse başında
bekleyerek sinyalizasyon geri geldi mi diye kontrol etti ve geri gelir gelmez
arabayı başka yere çekerek bizi bu dertten kurtardı. İnanılmaz gibi görünüyor
ama oldu, hatta güzel de oldu. ‘Ne yaparız?’ diye endişelenmiştik baştan, ama
bu da güzel bir anı oldu ve en güzeli Fokai Restaurant’ta harika dostlarımız
oldu…
Kaçmak güzel oldu. Kısacık bir süre de olsa
kafayı boşaltmak harika geldi.
Harika geldi ya kaçmak, ikincisi şart oldu tabi. Bu seferki
biraz daha planlı ama yörenin özelliklerinden dolayı yine sürprizlerle doluydu.
Güzel kaçış noktalarından biri seçildi. Dalaman'a uçuldu, ver elini Kabak Koyu.
Ve ilk sürpriz geldi; tesadüfen farkettik ki kaldığımız otelin arkasında dünyanın en önemli 10 uzun mesafe yürüyüş
noktasından biri olan Likya Yolu var. Teke yarımadasındaki patikalardan bir
kısmının işaretlenip haritalanması ile oluşturulmuş yürüyüş rotasına verilen
isim Likya Yolu. Paralel kırmızı ve beyaz çizgi, yürüyüşçülere yolun yönünü
gösteriyor. Girilmemesi gereken patikalara kırmızı çarpı konmuş. Yol boyunca
kaya ve ağaçlar üzerinde çok sayıda işaret var, doğru yolda olduğunu gösteren
taşlar üst üste konarak yapılan işaretler çok sevimli. Antalya'ya kadar uzanan
Likya Yolu'nun birinci bölümünde Uzunyurt (Faralya) Köyü tarafında yürüdük biz.
Şehir ve iş stresinden uzaklaşmak, gerçekten kaçmak istiyorsanız mutlaka
yapılmalı. Kate Clow adında bir hanım
kazandırmış bu yolu. Tamamı 509 kilometreymiş ve 30 günde tamamlanabiliyormuş
en iyi ihtimalle...
İkinci kaçışımızın bir sonraki durağıKaş.. 'Ben kaçış noktamı buldum; ne zaman daraldım, sıkıldım bundan sonra Kaş'a giderim.' dedirtiyor insana. Gözümü gönlümü rahatsız eden hiçbir şey görmedim Kaş'ta. Yerlerde tek bir çöp görmeye imkan yok, aksine ağaçlardan dökülmüş tek tük begonvil çiçekleri var sadece. Her ev, her dükkan, her restaurant tek başına kendine has ve özel. Sanki sihirli bir el dokunmuş. Kim ya da kimler veya herkes birarada mı göstermiş bu hassasiyeti bilmiyorum ama ortaya çıkan iş mükemmel. Şehrin içinde kalmak çok iyi bir fikir, çünkü her yer çok şirin. Hele Ruhi Bey Lokantası'nda akşam yemeği tadına doyulmaz...
Rotada son olarak
Dalaman havalimanına gitmeden Göcek'e uğramak var; ama deniz için değil,
biraz yukarılara çıkmak ve 'sana bir
tepeden baktım canım Göcek' demek için. Ve işte bir sürpriz daha! Göcek
sırtlarında Gökçe Ovacık'da bulunan Huzur Vadisi'nde müthiş bir Yoga oteli var.
Huzur Vadisi yoga inzivası için müthiş bir yer! Birçok incir ağacının da
bulunduğu antik zeytin bahçelerinin arasında dağda konuşlanmış. Cennet gibi bir
yer, yolunuz düşerse mutlaka buralara uğrayın...
Ama yine de; kendi
'Huzur Vadi'mizi yaratmak elimizde diyorum ben, her neredeysek, orada ve o anı
yaşayarak...
Not: Siz de kaçın,
çok beklemeden hem de. Herkese şiddetle tavsiye olunur…
Selda Güleç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder